2 Eylül 2010 Perşembe

ROSA PARKS "BUS BOYCOTT"

I have a dream..
« Bir gün, dört çocuğumun da derilerinin rengi ile değil de kişilikleri ile yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına dair bir hayalim var. »
                                                                                                      
                                                                                   Martin Luther King


Alabama Montgomery’de sabah işine gitmek için otobüse binen bir kadın, sadece kendinin değil, yüzyıllardır ayrımcılıklarla ezilmiş bir ırkın da makus talihini yenecekti.

01 Aralık 1955 günü terzilik işiyle uğraşan 42 yaşında zenci bir kadın olan Rosa Louise McCauley Parks her zamanki gibi işine gitmek çin otobüse bindi. Otobüste zenciler için ayrılmış olan, cam kenarındaki boş koltuğa yerleşti.

1955 yılının Amerika’sında Alabama’da da ve bir çok güney eyaletinde olduğu gibi zencilere ayrımcılık uygulanıyordu. Otobüslere farklı kapılardan biniyorlar, onlar için ayrılmış yerlerde oturuyorlardı. Üniversitelere alınmıyorlar. Hatta siyahlara çok sonra 1965 te çıkarılan bir kanunla verilen, oy hakları dahi bulunmuyordu.

Rosa Parks, otobüste dört siyahla birlikte dördüncü sırada oturmaktaydı (siyahlar yalnızca ilk sıraya oturabilirdi). Daha sonra tüm oturma yerleri doldu ve otobüse beyaz bir erkek bindi. Siyahlar ve beyazlar aynı sırada olamayacakları için bu beyaz adam tüm siyahların oradan kalkmasını istedi. Diğer dört siyah itaat ederken, Rosa bunu reddetti ve yerinden kalkmadı. Derhal olaya müdahale eden otobüs şöforü James Blake, oradan kalkmasını yoksa polis çağıracağını söylemesine karşın Rosa yine yerinden kalkmadı. Ve sonunda 01 Aralık 1955 günü Rosa Parks, eyalet ırk ayrımı yasalarını ihlal etmek suçundan polis tarafından tutuklandı.

Neredeyse tüm güney eyaletlerinde uygulanan ve “Jim Crow Yasaları” adı verilen bu yasa (Jim Crow, aşağılamak amacıyla beyazlar tarafından siyahlara takılan isimlerden biriydi) gereği tutuklanan Rosa Parks olayı bir kişinin daha yıldızının parlamasına yol açacaktı. O da, Amerikan Yurttaş Hakları Önderi Martin Luther King’di.

Martin Luther King önderliğinde bir yıl boyunca Montgomery’de siyahlar otobüslere binmeyip boykot ettiler. İşlerine kol kola girerek büyük gruplar halinde gittiler. Bu olay Montgomery Otobüs Boykotu (Montgomery Bus Boycott) olarak Amerika’da ve bütün dünyada geniş çapta yankı uyandırdı. Çok sayıda eylemci gözaltına alındı, tutuklandı, tartaklandı. Hatta bazılarının evleri kundaklandı.

Amerika’da Siyah Ayrımcılık Yasaları nihayet sorgulanmaya başlıyordu ve Yüksek Mahkeme siyah yolcuların otobüste istedikleri yere oturabilecekleri yönünde bir karar vermesiyle yaklaşık bir yıl süren eylem 21 Aralık 1956 da sona erdi.

Sonrasında Martin Luther King önderliğinde yapılan bir çok eylem ve girişimler neticesinde siyahlar 1964 yılında çıkan Yurttaş Hakları Kanunu (Civil Rights Act of 1964) ile 1965 yılında çıkan Oy Hakkı Kanunu (Voting Rights Act of 1965) ile Amerikan hukukunun birer parçası oldular. Yaptığı bu çabalar Martin Luther King’e 1964 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kazandırdı. Ancak ne yazık ki 1968 yılında bir suikaste kuban gitti. 1986’dan beri her yıl Ocak ayının üçüncü Pazartesi günü ABD'de King’in doğum gününde medeni haklar lideri ve yaşamı boyunca savunduğu idealler anılıyor, konuşuluyor, King’in barış sevgisi dile getiriliyor.

Rosa Parks ise 1999'da Time dergisince 20. yüzyılın insan hakları savunucusu seçildi. Parks 1996 yılında Başkanlık Hürriyet madalyasına lâyık görüldü. 1999 yılının başında da, Kongre'nin altın madalyasına hak kazandı ve bu ödülü başkan Bill Clinton'un elinden aldı. Öldüğü 24 Ekim 2005 yılına kadar da Amerikan siyahları için bir idol oldu.

Ayrıca Rosa Parks’ın binmiş olduğu o meşhur 2857 nolu otobüs Henry Ford Müzesi’nde sergilenmektedir.

Rosa Parks ve geri planda Martin Luther King
Aslında halen Amerika’da içten içe siyahlara yönelik bir ırkçılık devam etmektedir. Yalnızca bu konuda değil her platformda, ayrımcılığın olmadığı, eşitliğin hüküm sürdüğü bir dünya için, Michael Jackson’un “black or white” şarkısında vurguladığı gibi ,eğer kardeşim olmayı düşünüyorsan önemli değil siyah ya da beyaz. ( Beşiktaşlıları tenzih ederim :) )

Serkan KASALAR

28 Ağustos 2010 Cumartesi

KAHRAMAN KÖPEK BALTO



Alaska, "Nome" de bir kızak köpeği olan Balto, dondurucu soğukta, müthiş bir dayanıklılık sergileyerek, insanlığa hizmette sınırlarını zorluyordu.

1925 senesi Ocak ayında, Alaska’nın kuzeyinde “Nome” denen küçük liman kasabasında ölümcül bir hastalık baş gösterdi. Adı difteri.
Difteri, halk arasında “kuşpalazı” olarak da bilinen, “corynebacterium diphteriae” isimli mikroorganizmanın boğaz, burun,göz ve deride bulunan yaralara yerleşmesiyle ortaya çıkan ve tedavi edilmezse ölümle sonuçlanan bulaşıcı bir hastalıktır. O zamanlarda o bölgede görülmesinin sebebi Alaska’ya yerleşmek için gelen göçmenler ve kaşifler sayesindedir.

Eskimolar difteriye “Beyaz Adam Hastalığı” demektedirler. Alaska’nın kuzeyindeki civar köylere de hızla yayılan bu hastalığa ne yazık ki çocukların bağışıklık sistemi alışık olmadığından, ölümle sonuçlanan vakalarda artış gözlemlenmekteydi.

Doktorlar çözüm arayışı içinde idiler. Bir an önce ve en çabuk şekilde Nome kasabasına serum ulaştırılmalıydı. Liman donmuştu.

Nome kasabasına serum tedarikinin demiryolu ile gelmesi için “Anchorage” kasabası bulunuyordu. Nome’a 1600 km uzaklıkta olan bu kasabadan serumun demiryolu ile gelmesi uzun zaman alacaktı.

Zaman hayati önem taşıyordu. Sadece iki uçak bulunuyordu; olumsuz hava şartları da, yeni olan pilotların bu soğuk ve dondurucu bölgeye ulaşmasını imkansızlaştırıyordu.

Acil çözüm için harekete geçildi. Serumlar önce demiryoluyla Anchorage’den ona yakın olan Nenana bölgesine ve Nenana’dan da kızaklı köpekler yardımıyla 1085 km uzaklıktaki Nome’a ulaştırılacaktı. 150 köpek ve 20 adamdan oluşan ve “Büyük Merhamet Yarışı” diye adlandırılan bu olay 1925 yılında büyük ses getirdi.

Bir bayrak yarışı şeklinde gerçekleşen bu yarışa katılanlar arasında, Norveçli Gunner Kasen ve Husky (Sibirya Kurdu) cinsi köpeği Balto’da bulunuyordu. On üç köpekten oluşan kızak takımında “Balto” köpeklerin lideriydi ve en güçlüsüydü.

27 Ocakta başlayan yardım yarışı planlanandan çok önce 01 Şubat’ta sona erdi ve son 85 km.lik etapta zorlu kar fırtınalarını ve en çetin etapları atlatarak “Balto” nun dayanıklılığı sayesinde doktorlara serumları en önce ulaştırmayı başardılar.
Bu olay Balto’yu halk arasında kahraman köpek yapmıştı. Her yerde gazetelerde ondan bahsediliyordu. Alaska'lı çocuklara can veren bu köpeğe ilgi her geçen gün artıyordu. Ve 1925 yılının Aralık ayına gelindiğinde Husyk cinsi olan Balto’nun, New York City’de Central Park’ın içinde bir heykeli dikildi. Aynı zamanda tüm kızak köpeklerinin anısına büyük bir kalabalık eşliğinde açılan heykelin altında şöyle yazar;

“Dayanıklılık, Sadakat, Zeka”.

Halen New York City’de, Central Park’ın içinde bu meşhur Husyk cinsi “BALTO” nun heykelini görebilirsiniz. Aynı zamanda 1933 yılına kadar yaşayan Balto’ nun Cleveland Doğal Yaşam Müzesinde mumyası da sergilenmektedir.

Balto, bu başarısının ardından ülke genelinde bir çok şehir dolaşmış, sirklerde, panayırlarda, özellikle çocukların ilgisini çekerek boy göstermiştir. Öldükten sonra filmlere konu olmuştur.

Halen Alaska’da her yıl 1600 km lik bir etabı bulunan ve Nome’a kadar devam eden, kızaklı köpek yarışları günümüzde de büyük ilgi görmektedir.

Serkan KASALAR

23 Ağustos 2010 Pazartesi

CEZA KANUNU


"Pallas” adı, tarihe tanıklık etmiş ve birazdan kendisinden çokça söz edeceğim, İzmir’de bir sinemanın ismidir. “Pallas” sineması, 1908 yılında 1.Kordon’da hizmete girdi. İzmir’deki 1922 yangınından kurtulan ender binalardan birisidir. Bu tarihten 1926’ya kadar “Palas” adıyla işletildi.

1926’ da Tayyare Cemiyeti’ne (THK) geçen sinema, 1930 yılında kiralanır ve işletmecisi tarafından ismi “Majik” olarak değiştirilir. Bu isimle 1933 yılına kadar devam eder ve aynı yıl Tayyare Cemiyeti (Türk Hava Kurumu) sinemayı kendisi işletmeye başlar. Artık Tayyare Sineması adıyla anılan mekan, 1940 yılında İzmir Belediyesi’ne satılır. 1968 yılına kadar çeşitli işletmeciler tarafından işletilen sinema, belediye tarafından da aralıklarla tiyatro olarak kullanılır ve en sonunda belediye tarafından bir iş adamına satılır. Kısa bir süre daha sinema olarak faaliyet gösteren bu tarihi mekan, yıkılarak, yerine Tayyare Apartmanı inşa edilir.

İşte yıkılan ve bir zamanlar sinema olan, şimdi ise yerinde Tayyare Apartmanı’nın bulunduğu, İzmir Kordon’da Atatürk Cad. 204 numaralı yerdeki, zamanın “Pallas”ının olduğu bu yapının hemen yanındaki sokağın ismi dikkatleri cezp eder. Sokağın adı “Bedia Muvahhit” sokağı’dır.

Bedia Muvahhit, Notre Dame de Sion’ da eğitim görmüş, Fransızca ve aynı zamanda Rumcaya da hakim, kendisi gibi o da Darülbedayi (konservatuvar) oyuncularından olan Ahmet Muvahhit’in eşidir. İstanbul’da doğan ve babası müddeumumi (savcı) olan, Bedia Muvahhit, Türkiye’nin ilk Müslüman kadın oyuncusudur. (daha önceleri temsillerde genellikle Ermeni kadın oyuncular görev alıyordu.)

Darülbedayi tarihinde ilk kez İstanbul dışında turneye çıkmak için İzmir’i seçer ve 1923 Temmuz sonlarında oyuncular İzmir’e gelirler. Temsil yeri “Palas” sinemasıdır. O sıralarda Atatürk İzmir’dedir. Darülbedayi oyuncuları Muammer Bey’in Uşakkizade köşküne giderek Atatürk’ü ziyaret ederler. Gazi Paşa’yı oyunlarına davet ederler. Olumlu yanıt veren Atatürk, aynı yıl Halide Edip’ten uyarlanarak film haline getirilen “Ateşten Gömlek” filminde izlediği ve çok beğendiği Bedia Hanımı sorar. Ona neden rol verilmediğini öğrenmek ister. Sonunda ekip hemen Gazi Paşa’nın dileğini yerine getirmek için bir Fransız oyunu olan, Ahmet Nuri Sekizinci tarafından adapte edilmiş “Ceza Kanunu” adlı oyunda “Sacide” rolünü Bedia Muhavvit’e verirler. Sahneye devletin izniyle çıkan ilk Müslüman Tük kadını olma sıfatıyla, bir gecede rolüne hazırlanan ve ertesi günü sahne alan Bedia Muhavvit, Gazi Paşa’nın da “Palas” ta izlediği bu oyunda, büyük beğeni kazanır.

Bir vodvil niteliğinde olan “Ceza Kanunu” oyunu, eşini (Sacide), Fransız Piyano Hocası (Caroline) ile aldatan çapkın bir kocayı (Amberi Bey) ve onu savunan Avukatı (Sebati) arasında geçen olayları anlatan eğlenceli bir oyundur.

1993 senesinde belediye tarafından, bu oyunun oynandığı “Palas” ın hemen yanındaki sokağa, “Sahneye Çıkan İlk Türk Müslüman Kadın Sanatçı” sıfatıyla, Bedia Muhavvit’in adı verilir.

İzmir ve ülkemiz için bu önemli namzet ne yazık ki gereken ehemmiyeti geçmişteki nice sanatçılarımız gibi o da görememiştir. Bir çok filmde rol alan ve sahnelerde ömrünü yitiren bu sanatçıya ancak 90’ lı yaşlarına merdiven dayadığı sıralarda yani 1987 yılında Devlet Sanatçısı payesi verildi. O, vefat ettiği 20 Ocak 1994 yılına değin, sahneden karanlığa bir ışık yakan, unutulmaz insanlardan biriydi.

İzmir’de o zamanlar sahnelenen bu oyun bende başka bir his daha uyandırdı. Daha doğrusu ilginç bir merak. Biliriz ki Gazi Paşa İzmir’e geldiğinde Uşşakizade köşkünde kalır. Muammer Bey’lerde. Gazi Paşa’nın eşi, Latife Hanım’ın babası ve kayınpderi namzetiyle. Muammer Bey İzmir’in tanınmış simalarından ve gece alemlerinde boy
göstermişliği olan bir zat. İzmir işgal öncesi meşhur tavernalarında sahne alan Karantinalı Despina ile illegal zevcesi (metres) münasebetiyle epey dedikodusu da bulunur. Palas ‘ta sahnelenen oyunun içeriği de aldatma ve çapkınlıklar olunca acaba diyorum, (bence büyük bir ihtimalle o da izlemiştir.) “Ceza Kanunu” nu izleyenler arasında o da var mıydı ya da neler hissetti. Bir de burada Halit Ziya Uşaklıgil’i de anmadan geçemeyeceğim. Onunda bir müddetlik İzmir de bulunmuşluğu vardır. Hani şu şimdilerde dizilere de konu olan meşhur roman Aşk-ı Memnu’nun yazarı ve Muammer Bey’in de kuzeni. Bu romanda da aşk, entrika, aldatma, aldanma hepsi var. Genetik bir durum olsa gerek ki ikisinde de hem romanlarına hem yaşantılarına işlenmiş durumlar bulunur.

Ey İzmir sen nelere kadirsin, şimdi aklıma "Attila İlhan"’ın o meşhur şiiri geldi :

Bir gül takıpta sevdalı her gece saçlarına
Çıktı mı deprem sanırdın “kara kız” kantosuna
Titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan
Muammer Bey’in gözdesi Karantinalı Despina

Serkan KASALAR

10 Ağustos 2010 Salı

EŞEKLİ ADAM



Eşekli Adam

Zifiri karanlığın içinde kıyıdan yaklaşık iki mil açıkta, Saroz’un keskin rüzgarı yüzlere vuruyordu. Henüz gün ışımamış. Telaşla karışık korku, benizlerde sarı bir renk bırakmıştı. Alışılmadık bir Pazar sabahına tornistan etmiş gemiler sanki bu sonsuz mavilikte kendini sağa sola fırlatır gibi çalkalanıyordu. Saat 03.00 suları. Telaş iyice artmıştı. Kraliyet Donanma Gemilerinden biri olan HMS Ribble’dan filikalara transfer başlamıştı. Ve neler olacağını bilmeden 25 Nisan 1915 Pazar sabahı filikalara doluşan askerler hiç bilmedikleri bir karaya doğru süzülmeye başladılar.

Saat 05.00 suları, Kuzey Plajı hareketlendi. Botlardan karaya atlama yarışı. Kimisi daha bottan atlamadan, kimisi bottan atladıktan birkaç saniye içinde bir daha kalkmamacasına yere düşüyordu. İşte Cehennem. Her yerde kan ve bağarışlar. Ezici bir Türk ateşi. İşte bu hengame içinde Kuzey Plajı ve Hain Tepe bölgesine gelen botlardan birinde, kahverengi saçlı, mavi gözlü, 22 yaşında irice bir Anzak askeri karaya adımını attı. 3.Sahra Ambulans Birliği’nden Er John Simpson Kirkpatrick. Ya da arkadaşlarının dediği gibi namı diğer “Jack”. İlk seferde kendisi gibi sıhhiyeden üç arkadaşı bottan atladıkları gibi yere yığıldılar. Bu yoğun ateşe rağmen şanslıydı. Sağsalim karaya ulaşmıştı.

İşte bu namzet Avustralya’nın milli kahramanıdır. Er John Simpson, sıhhiyeci. Gelibolu yarımadası Anzak Koyu’nun güneyinde Küçük Arıburnu bölgesindeki Hell Spit (Cehennem Burnu) mezarlığındaki mezar taşında 19 Mayıs 1915’de öldüğü yazılıdır. Yani sadece Gelibolu’da 25 gün geçirmişti. Ve bununla birlikte aynı mezar taşında şöyle bir ifadede yer alır “He gave his life that others may live” açıklayacak olursak şöyle deniliyor, “başkalarının hayatı için kendi hayatını feda etti”. Ne kadar da anlamlı bir söz öbeği değil mi?

Peki Avustralya için bu kadar önemli olması, bu kadar ünlü ve kahraman birisi olarak karşımıza çıkıyor olması neden kaynaklanıyordu? Sorunun cevabı şöyle : Karaya çıktıktan hemen sonra sahilde ve özellikle Hain Tepe bölgesine tırmanan Anzak askerleri arasında yaralı sayısı fazlalaştı. Sahilden biraz yukarıda, tepelerde bulunan yaralı askerlere müdahale edip bu yaralıların acilen sahile taşınması hayati önem taşımaktaydı. Anzak Kolordusu plajdaki küçük alanda sıkışıp kalmış, bütün malzemeler, tıbbi, sıhhi araç ve gereçler ameliyat çadırları plajda bulunuyordu. Yukarılardan sahile sedye ile yaralı taşımak, hem bu sarp arazide çok zordu hem de yoğun Türk ateşinden de sıyrılmayı gerektiriyordu.

İşte böyle bir zamanda sıhhiyeci kahraman er namı diğer Jack’in aklına bir fikir geldi. Karaya çıkarılmış ve plajın bir köşesinde otlayan bir eşek gördü. Sonradan askerler bu eşeğe bir çok isim taksalarda genel olarak “Duffy” diye çağırmaya başladılar. Sıhhiye eri Jack, Duffy ile birlikte, o sarp tepelerden yoğun Türk ateşine aldırmayarak, yukarılarda yaralanmış askerleri eşeğine bindirerek plaja kadar taşıyordu. Sadece yaralıları değil, su sıkıntısının da hat safhada olduğu cephede eşeğiyle birlikte su taşıma görevinide üstleniyordu. Defalarca ölüm tehlikesi atlatmış, Türk siperlerine yakın geçişi askerlerde ayrı bir hayranlık uyandırmıştı. Eşekli adam adıyla efsaneleşmişti. Gelibolu’da 25 gün gibi kısa görevi süresince üç yüze yakın adamın hayatını kurtarmış ve tepelerde yaralı kalmış askerlere ilk müdahalelerini yaparak aşağıya kadar Duffy’nin üstünde taşımıştı.

Yine böyle yaralı almak için dolaştığı 19 Mayıs 1915 günü Küçük Arıburnu bölgesinde bir makineli tüfek ateşi sonrasında hayatını kaybetti. Ve böylece Avustralya’lıların önemli milli kahramanları arasına girmiş oldu. Canberra’daki savaş müzesinde eşeği Duffy ile birlikte yaralı bir askeri taşırken tasvir edilen heykeli sergilenmektedir.

İşte sahiplenme ve vefa ruhu. Bence bunun yeni bir ülke oluşumuyla ya da bu yeni ülkede bir ulusçuluk yaratılmaya çalışılıyor olmasıyla bir ilgisi yok, mantaliteyle ve insan hayatına verilen önemle ilgisi var. Keşke bizde de savaşlarda, bu ve bunun gibi yararlılıklar göstermiş kahramanlarımıza Avustralyalılar kadar sahip çıksak ve unutmasak. Peki ne diyelim şimdi, bence en güzeli Mehmet Akif dizelerinde :

“ Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? "Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın. Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber. “

Bütün şehidlerimizin ruhu şad olsun.

Serkan KASALAR

1 Mayıs 2010 Cumartesi

MATOMENA HOMATA


Matomena Homata

Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin… Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellâtların, Allah bin belasını versin!”

Benden Selam Söyle Anadolu’ya / Dido Satiriyu

Bir ilkbahar gününde güneş tüm hıncını İzmir’den almış ve de batıya doğru hareketini hızlandırdığı saatlerde , bilmem kaç defa geldiğim şu köyün kesme taşlı sokaklarında adımlarken, aklıma Dido’nun o meşhur romanı geldi. Matomena Homata, Türkçe karşılığı Kanlanmış Topraklar, bizde ise Benden Selam Söyle Anadolu’ya diye yayımlandı. İşte hikaye içeriği bu köyde başlıyor. Şimdiki adıyla Şirince’de, o zaman ki adıyla Kırkıca.

Yürürken şöyle bir durdum temiz havayı içeme çektim. Bilmem ki buradaki mistik hava mıdır, yoksa doğası mıdır ; her gelişten sonra bir yenilenme hissederim kendimde. Roman kahramanlarımızdan Manoli de demez mi ki “Dünya’da Cennet diye bir yer varsa o da bizim Kırkıca ‘dır diye..Belki şu yürüdüğüm sokakta Manoli ve Katerina yürüdüler belki Dido bile..zaten onun doğduğu yer burası belki de yürümüştür.

Neyse ki Manoli,Katerina, Dido derken yaklaşıyorum; hedefim Aziz Yohannes Kilisesi. Köy içinden sağa doğru tepeye çıkıyorum. Kilisenin önünde bir havuz var. Bizim süs havuzu diye tabir ettiğimiz cinsten bir havuz ve havuzla bütünleşmiş bir Meryem Ana figürüyle karşılaşıyorsunuz; bu su dolu havuzun ortasında da küçük bir delik bulunuyor. Bir inanışa göre havuza attığınız bozuk para ortadaki deliğe düşerse dileğiniz oluyor. İnanmam böyle şeylere fakat her gelişimde de mutlaka içine bir bozuk para atarım. Öylesine işte. Kimi deliğe girer, kimi girmez. Öylesine..

Asıl senelerdir dikkatimi cezbeden bu kilisenin restorasyonunu üstlenen uzak diyarlardaki yabancı bir enstitü. İçindeki bir çok şey eksik olsa dahi iyi bir restorasyon denilebilir Çünkü çok önceleri daha bir haraptı. Şimdi ise her gelişimde biraz daha düzgün görünüyor. Hayret ki geçmişte havuzdaki Meryem Ana figürünü de kırıp çalmamışlar. Bir de bu köyde bir kilise daha var ki ona hiç kimse sahip çıkmamış . Durumu çok vahim. Yıkıldı yıkılacak. Diyebilirsiniz ki sanki bizim değerlerimize yurtdışında çok ehemmiyet gösteriyorlar da biz mi göstereceğiz şimdi. Fakat denir ya sui misal emsal olmaz diye elbette böyle şeyler bizim eserlerimize de dışarıda olmuyor değil, değil de, şimdi burada sanki geçmişten gelen bir kin midir yoksa ilgisizlik midir nedir sanki mübadeleden sonra elli altmış yıl unutulmuş da aa..a şurada bir tarihi eser vardı dur bir bakalım demişler hissi uyandırıyor, ne acı. Ne yapalım siyasi, politik, dini konulara girmeyelim şimdi diyeceğim ama klavyem girmekte ısrar ediyor.

Şu Mayıs ortaları yaklaştıkça aklıma 15 Mayıs gelmiyor değil. “1919 Mayıs 15” Efsun Alayı İzmir rıhtımına çıkmış, önlerinde takdis ile meşgul Metropolit Hrisostomos, Hükümet Konağı’na doğru ilerliyorlar ve sonrası; sonrası ise malum, kan ve gözyaşı. Romanlar, filmler.

Neyse Dido, Anadolu’da sizlerin bir atasözü vardır hani ölünün gözünden yaş akmaz derler, sen de diyordun ya hani “bize garezlenmeyin” diye. Merak etme garezlenmedik, en azından şu aralar. Oralarda sen şimdi rahat uyu; Manoli’ye Katarina’ya da selam söyle… Selam söyle …selam söyle ki ne rıhtımda bir bebek ağlasın ne analar beklesin evlatlarını yasla, selam söyle..selam söyle benden onlara ki Kırkıca daha bir güllük gülistanlık. Selam söyle Atina’ya, Pire’ye, Selanik’e, kederlenmesin. Yine de insanlar gülüyor fakirliklerine ki bir farkla şimdi turistik tebessümler saçıyorlar etraflarına. Selam söyle, selam söyle ki ne çare zaman değişti !

Serkan KASALAR

13 Mart 2010 Cumartesi

İda


İda’nın güneybatı yamaçlarından, mavililiklere doğru uzandığınızda şirin bir köy karşılar sizi; adı Behramkale. Buradan, kalplerdeki parmak izlerini takip ederek, antik çağın kriminal sevdalarının yaşandığı dar patikalardan geçerek, Assos’a ulaşırsınız. Bir zamanlar Aristo’nun üç yılını geçirdiği ve ilk felsefe okulunu burada açtığı Antik Assos’a. Önünüzde alabildiğine uzanan bir mavilik ve karşınızda çıplak gözle net olarak seçilebilen Lesbos (Midilli).

Burada gündüz bir başka, gece bir başka yaşanır. Sabah uyandığınızda kuş seslerinin yerine, Troya yönüne doğru suyun üstünde hoplaya zıplaya yüzen yunus balıklarına şahit olursunuz. Geceleri ise kehkeşanlar arasında kaybolursunuz. Bazen de sahilde Lesbos’a doğru dalıp gitmeniz yeterlidir üç beş satır yazmanız için. Aristo’nun dediği şu laf gibi “insanın içinde olanlar, dışında anlam buluyor” bu esrarengiz doğada.

Bazen kuzey rüzgarlarının koynuna salıverir insan kendini burada. Lesbos kıyıları birkaç kanat çırpışı kadar yakın gelir size. Anadolu çiçekleri elinizde, dilinizde Rumca bir türkü, samoyotisa. Eskiye yeniye dair ne varsa, geçersiniz. Spartalı savaşçıların çığlıkları uyandır sizi bu pembe uykunuzdan.

Dağılıp gidersiniz paramparça, bir o yana bir bu yana savrulurken, birden Kaz dağları içinde bir zeytin ağacı dibinde bulursunuz kendinizi. İleride yaşlı bir Teyze gözleme yapıyor mis gibi. Yanakları da al mı al. Köy meydanında turistik satıcılar. Çocuklar da antik oyunlar oynamıyorlar. Hepsinin elinde birer su tabancası, sanki birbirlerinden Troya’nın öcünü alıyorlar.

Serkan KASALAR

Kırlangıçlar


Nil, Akdeniz’e doğru bir kuğu gibi süzülürken, güneş de Tutankamon’un ülkesi için doğuyordu.

İskenderiye’li balıkçılar dönüş yolunda, öte tarafta Resmo’lu balıkçılar ağlarını topluyor ve tan yeri Musa’nın asası gibi sadece Kızıldeniz’i değil gece ile gündüzü de ikiye bölüyordu.

Akdeniz yeni bir güne uyanırken, dalga sesleri, martı seslerine karışarak yavaş yavaş günün ışıklarını Anadolu kıyılarına ulaştırıyordu.

Etrafta kalubeladan kalma bir sessizlik, yüzüme çarpan ılık bir rüzgar, üstüne üstlük aniden, taa Bizans’ın surlarını aşarak kulağıma çalınan Madam Anahit nidaları, ruhumun acıyan taraflarını depreştiriyor, bedenimi dinçleştiren bu ezgilerle, bir tarafta yalnızlığımı, bir tarafta akşamdan kalma kalabalığımı, yeni bir güne sancılı uyanışımın tefrikasını oluşturuyordu.

Bu karmaşık Akdeniz rüyasının içinden sıyrıldığımı zannederken, birden diğmam, ağaçlıklardan Hezarfen edasıyla süzülerek pencereme dadanan kırlangıçlara takılıyordu. Bunlar pencerelerimin köşelerine, Antik Mısır’ın piramit işçileri edasıyla, çamur ve balçıktan yuva yapıyorlardı. Pencerinin dış tarafında kırlangıç kuşları, iç tarafında ise kukumav kuşu gibi düşünen benliğim karışıyordu.

Böylece sabahın akıntısında sürüklenip giderken, hissiyatım bir “can simidi” arıyordu. Günaydın, günaydın sesleri ararken, Bunaydın, bunaydın diyen ve her daim dizelerinde Akdeniz kokan bir şairin şiiri kafamda örseleniyordu.

Bir limon kalmış güneşten
Bi de daluçlarında buhur
Bulutlar ki kar
Bulutlar yağıyor
Dizdüşümlerime…
Bir tahta boştasın loş
Sarmanlar gelip gidiyor
Silüsler beyazdan da yılan
Sen bu tipiden çıkmıyacan…
Bir limon kalsada güneşten
Bide ölümcül umut
Sen bu umuttan iflah
Olamaya
Can..

Bu iflah olmaz benliğim de, kücücük canlarıyla nafile bir çabanın mimarı kırlangıçların nasıl güneşi balçıkla sıvamaya çalıştıklarını izliyor ve öte taraftada, çocukların ellerinde sapanlarla, daha sabahın ilk ışıklarında güneşe meydan okumaya hazırlanışlarına şahit oluyordu.

Sudan Ucuz


Yaz aylarının kapımıza dayandığı ve de kavurucu sıcaklarla birlikte gündemden düşmeyeceği şimdiden anlaşılan, hayatımızın vazgeçilmez kaynağı su.

Bilindiği üzere tüm yaşam formları için gerekli olan su molekülü, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur. Yani şu meşhur H2O. Bu meşhur kimyasal, dünya yüzeyinin % 71’ini kaplamakta ve de bir döngü içinde değişik fiziksel hallere (kar, buz, buhar gibi) dönüşmektedir. Elbette suyla ilgili bu sayfaya sığmayacak kadar akademik yazı, belge, döküman vesaire bulunacağı aşikardır. Burada bunlara değinmeyeceğim. Asıl değineceğim konu, su tasarrufu ve de beraberinde, suyla ilgili deyim ve atasözlerimizin güncelliğini ne kadar koruyabileceği ?

Günden güne ısınan dünyamız şöyle dursun, ben ülkemizde sıkça kullanılan suyla ilgili deyimler ve atasözlerimizden birkaç örnekle başlamak istiyorum. Örneğin, genelde laf aralarında dilimize pelesenk olmuş bir deyim vardır “sudan ucuz” deriz. Diğer bir deyim ise “su katılmamış”, bir diğeri “suya götürüp susuz getirmek”, “su yüzüne çıkmak”, “su yüzü görmemiş olmak”, “suya sabuna dokunmamak”, “suyun başı”, “suyunun suyu” gibi daha da çoğaltabileceğimiz birçok deyim. Tabii buradaki deyimlerin çoğunda asıl anlatılmak istenilenin dışında bir anlam daha vardır ki -bence asıl ürkütücü olanda odur- suyun, binlerce yıldır insanoğlu tarafından, yalnızca insanoğlu değil bütün canlılar tarafından, hiç bitmeyecekmişcesine pervasızca kullanılmasının dilimize yansımasıdır. Çoğu deyim ve atasözünde bu görülmektedir. Ki bu israfa yönelik kullanım tüm uyarılara rağmen hala bilinçlenmemiş toplumlarda ve maalesef ülkemizde de hızla devam etmektedir. Çevremizde, televizyonlarda, gazetelerde bunu sıkça görmekteyiz; hatta bazılarına şahit bile olmaktayız.

Elbette deyimler ve atasözlerimizin çokluğu dilimizin zenginliğini gösterir. Şimdi gelin bir de sulu atasözlerimize şöyle bir bakalım. “Su testisi su yolunda kırılır”, “Suyun yavaş akanından, insanın yere bakanından kork,” “su uyur düşman uyumaz” “su küçüğün söz büyüğün”, “su bulanmayınca durulmaz” gibi daha niceleri.

Efendim muhabbeti fazla sulandırmadan sadede gelmek istiyorum. Ne yazık ki barajlarımız kuruyor, içme suyumuz azalıyor. Yetkililer de neredeyse her gün hemen hemen her platformda bu olayı dile getiriyor. Başka bir taraftan da bakıldığında ise bu işin şakası tabii, yazın sıcağından bunalıp serinlemek için kendini baraj göletlerine atan ve sonları hüsranla sonuçlanan ülkemize mahsus olayların, en azından kuruyan göletler olacağını varsayarak bu gibi vakaların meydana gelmeyeceği düşüncesine de insan kapılmıyor değil. Baştada söylediğim gibi bu işin şaka tarafı . Ne insanlarımız boğulsun ne de barajlarımız kurusun. Yine dönüp dolaşıp laf eğitime, bilinçlenmeye ve de milletçe alışık olmadığımız fakat bir an önce alışmamız gereken tasarrufa geliyor. Evlerde su tasarrufuna ilişkin TEMA Vakfının resmi internet sitesinde gayet güzel açıklamalar mevcut merak edenler bakabilirler.

Ve de son olarak kavurucu sıcaktan uzak, bol sulu ve su gibi geçip, tadı damağımızda kalacak bir yaz dönemi geçirmek dileğiyle, su gibi aziz olun, efendim…

Kırım-Kongo


Günlük güneşlik bir hava. Yeşillikler ağaçlar ve doğa. Birden canınız pikniğe gitmek istedi. Haydi! Dediniz; arkadaşlar hep beraber pikniğe gidiyoruz. Tabiatın bağrında, yerlere, kilimlere, sere serpe uzandınız, yayıldınız. Ancak atladığınız bir durum var. Bu sizin son yayılmanız olabilir. Çünkü artık bizimle beraber olan bir şey var. Adıyla sanıyla Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Hastalığı. Yani kene ısırması. Adı bile tüylerinizin ürpermesine sebep oluyor. -Ne oldu sana, çökmüşsün? -Valla sorma Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Hastalığına yakalandım. Söylemesi bile ayrı bir dert. Hayatınızın bir film şeridi gibi önünüzden geçmesine sebebiyet verecek bir durum.

Şimdi diyeceksiniz ki Kırım nere Kongo nere nasıl gelmiş bu virüs buralara? Efendim hani şu göçmen kuşlar var ya. İşte onların vasıtasıyla seneler zarfında ta oralardan ülkemize kadar taşınmış, hali hazırda kurbanlarını bekleyen ve kene ısırığıyla yayılan ölümcül bir virüs çeşidi bu. Aşısı yok. Sadece bu hastalığı geçiren, ömür boyu bağışıklık kazanmış oluyor. Ölüm oranı yüzde otuz. Genelde ülkemizdeki vakaların çoğu ölümle noktalanıyor.

Dahası var. Öyle sadece piknik alanlarında değil, her yerde bunlar karşımıza çıkabiliyor. Örneğin, bir öğle yemeğinizi dışarıda yemeye karar verdiniz. Arkadaşlarınızla beraber dışarı çıktınız. Malum yaz mevsimi bütün restoranlar, kafeler, masa sandalyelerini dışarılara atmış, bahçenin içinde, kaldırım üstünde, çimliğin üstünde, çiçekler böceklerle beraber bir öğle yemeği sefası düşüncesi içindesiniz. Yine unuttuğunuz bir şey var. O malüm mahluk o an orada olabilir ve her an yanınıza gelebilir. Belki de yanınızdadır bile.

Diyelim ki böyle bir mahlukatın ısırığına maruz kaldınız. Adı üstünde kene bu . Vazifesini yapıyor ve yapışıyor. Kesinlikle kendiniz çıkarmaya çalışmıyorsunuz. -Epey mürekkep yalamış bir arkadaşım, yaa biz köyde küçükken bu keneler üzerimize yapışırdı, biz de parmağımızla vurup üzerimizden atardık dedi, şakayla karışık, ben de sakın şimdi aynı şeyi deneme kapitalist sistem yıllar içinde sadece insanları değil hayvanları da vahşileştirdiği için bunlar senin köyündeki kenelere benzemez sakın böyle bir şey deneme dedim.- Neyse bu işin latife kısmı. Bir anlık gaflete düştünüz ve diyelim ki keneyi elinizle çıkardınız. Başta söylediğim, hayatınızın filminin fragmanlarını görmeye hazır olun. Hele bir de yaralı bölgeye sakın ve kesinlikle yurduma mahsus ilk yardım yöntemlerini uygulamaya kalkmayın. Hani yanıklarda diş macunu, arı sokmasında bıçak bastırılması vesaire gibi. Mutlaka kene için de ilkel bir ilk yardım metodu bulunmuştur. En iyisi siz dediğim gibi ısırılan yeri ellemeden, en yakın sağlık birimine koşun, koşturun. Kana karışan bu virüsün vücudunuzdan bir an önce ihraç edilmesinde yarar vardır. Bir de arkadaşlarınızın fantastik yaklaşımlarına uyarak uzakta bir yerde, yani sağlık birimlerinden uzakta bir yerde, yemek olayına giriştiyseniz. Ki bu, oraya nasıl olsa bir helikopter gönderirler mantığıyla yapılmış, talihsiz bir yanılsamadır. Beklemeyin göndermezler. Gönderseler bile eski “Olacak O Kadar” parodilerini aratmayacak nitelikte, evet burası Türkiye, her şey olabilir dedirten vakalarla karşılaşabilirsiniz. Yani kene ısırığı vakasıyla vardığınız sağlık kuruluşundan, böyle popüler bir hastayı bulmuşken bari boş göndermeyelim edasıyla, örneğin apandistiniz veya başka bir organınız alınmış olarak çıkma ihtimalinizi de göz önünde bulundurmalısınız. Olmaz olmaz demeyin. Tamam şimdi bunlar da işin latife kısımları.

Ancak durum gerçekten de vahim. Bazen düşünüyorum da biz insanlar mı hayvanların doğal ortamındayız, yoksa hayvanlar mı insanların doğal hayatının içinde ? Deli dana, kuş gribi derken, bir bu eksikti dedirten, kırım kongo kanamalı ateşi hastalığı.

Neyse efendim işin özü çok dikkatli olmalıyız; herkese, kenesiz, kanamasız, kongosuz, kırımsız, sağlıklı günler dileğiyle…