13 Mart 2010 Cumartesi

İda


İda’nın güneybatı yamaçlarından, mavililiklere doğru uzandığınızda şirin bir köy karşılar sizi; adı Behramkale. Buradan, kalplerdeki parmak izlerini takip ederek, antik çağın kriminal sevdalarının yaşandığı dar patikalardan geçerek, Assos’a ulaşırsınız. Bir zamanlar Aristo’nun üç yılını geçirdiği ve ilk felsefe okulunu burada açtığı Antik Assos’a. Önünüzde alabildiğine uzanan bir mavilik ve karşınızda çıplak gözle net olarak seçilebilen Lesbos (Midilli).

Burada gündüz bir başka, gece bir başka yaşanır. Sabah uyandığınızda kuş seslerinin yerine, Troya yönüne doğru suyun üstünde hoplaya zıplaya yüzen yunus balıklarına şahit olursunuz. Geceleri ise kehkeşanlar arasında kaybolursunuz. Bazen de sahilde Lesbos’a doğru dalıp gitmeniz yeterlidir üç beş satır yazmanız için. Aristo’nun dediği şu laf gibi “insanın içinde olanlar, dışında anlam buluyor” bu esrarengiz doğada.

Bazen kuzey rüzgarlarının koynuna salıverir insan kendini burada. Lesbos kıyıları birkaç kanat çırpışı kadar yakın gelir size. Anadolu çiçekleri elinizde, dilinizde Rumca bir türkü, samoyotisa. Eskiye yeniye dair ne varsa, geçersiniz. Spartalı savaşçıların çığlıkları uyandır sizi bu pembe uykunuzdan.

Dağılıp gidersiniz paramparça, bir o yana bir bu yana savrulurken, birden Kaz dağları içinde bir zeytin ağacı dibinde bulursunuz kendinizi. İleride yaşlı bir Teyze gözleme yapıyor mis gibi. Yanakları da al mı al. Köy meydanında turistik satıcılar. Çocuklar da antik oyunlar oynamıyorlar. Hepsinin elinde birer su tabancası, sanki birbirlerinden Troya’nın öcünü alıyorlar.

Serkan KASALAR

Kırlangıçlar


Nil, Akdeniz’e doğru bir kuğu gibi süzülürken, güneş de Tutankamon’un ülkesi için doğuyordu.

İskenderiye’li balıkçılar dönüş yolunda, öte tarafta Resmo’lu balıkçılar ağlarını topluyor ve tan yeri Musa’nın asası gibi sadece Kızıldeniz’i değil gece ile gündüzü de ikiye bölüyordu.

Akdeniz yeni bir güne uyanırken, dalga sesleri, martı seslerine karışarak yavaş yavaş günün ışıklarını Anadolu kıyılarına ulaştırıyordu.

Etrafta kalubeladan kalma bir sessizlik, yüzüme çarpan ılık bir rüzgar, üstüne üstlük aniden, taa Bizans’ın surlarını aşarak kulağıma çalınan Madam Anahit nidaları, ruhumun acıyan taraflarını depreştiriyor, bedenimi dinçleştiren bu ezgilerle, bir tarafta yalnızlığımı, bir tarafta akşamdan kalma kalabalığımı, yeni bir güne sancılı uyanışımın tefrikasını oluşturuyordu.

Bu karmaşık Akdeniz rüyasının içinden sıyrıldığımı zannederken, birden diğmam, ağaçlıklardan Hezarfen edasıyla süzülerek pencereme dadanan kırlangıçlara takılıyordu. Bunlar pencerelerimin köşelerine, Antik Mısır’ın piramit işçileri edasıyla, çamur ve balçıktan yuva yapıyorlardı. Pencerinin dış tarafında kırlangıç kuşları, iç tarafında ise kukumav kuşu gibi düşünen benliğim karışıyordu.

Böylece sabahın akıntısında sürüklenip giderken, hissiyatım bir “can simidi” arıyordu. Günaydın, günaydın sesleri ararken, Bunaydın, bunaydın diyen ve her daim dizelerinde Akdeniz kokan bir şairin şiiri kafamda örseleniyordu.

Bir limon kalmış güneşten
Bi de daluçlarında buhur
Bulutlar ki kar
Bulutlar yağıyor
Dizdüşümlerime…
Bir tahta boştasın loş
Sarmanlar gelip gidiyor
Silüsler beyazdan da yılan
Sen bu tipiden çıkmıyacan…
Bir limon kalsada güneşten
Bide ölümcül umut
Sen bu umuttan iflah
Olamaya
Can..

Bu iflah olmaz benliğim de, kücücük canlarıyla nafile bir çabanın mimarı kırlangıçların nasıl güneşi balçıkla sıvamaya çalıştıklarını izliyor ve öte taraftada, çocukların ellerinde sapanlarla, daha sabahın ilk ışıklarında güneşe meydan okumaya hazırlanışlarına şahit oluyordu.

Sudan Ucuz


Yaz aylarının kapımıza dayandığı ve de kavurucu sıcaklarla birlikte gündemden düşmeyeceği şimdiden anlaşılan, hayatımızın vazgeçilmez kaynağı su.

Bilindiği üzere tüm yaşam formları için gerekli olan su molekülü, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur. Yani şu meşhur H2O. Bu meşhur kimyasal, dünya yüzeyinin % 71’ini kaplamakta ve de bir döngü içinde değişik fiziksel hallere (kar, buz, buhar gibi) dönüşmektedir. Elbette suyla ilgili bu sayfaya sığmayacak kadar akademik yazı, belge, döküman vesaire bulunacağı aşikardır. Burada bunlara değinmeyeceğim. Asıl değineceğim konu, su tasarrufu ve de beraberinde, suyla ilgili deyim ve atasözlerimizin güncelliğini ne kadar koruyabileceği ?

Günden güne ısınan dünyamız şöyle dursun, ben ülkemizde sıkça kullanılan suyla ilgili deyimler ve atasözlerimizden birkaç örnekle başlamak istiyorum. Örneğin, genelde laf aralarında dilimize pelesenk olmuş bir deyim vardır “sudan ucuz” deriz. Diğer bir deyim ise “su katılmamış”, bir diğeri “suya götürüp susuz getirmek”, “su yüzüne çıkmak”, “su yüzü görmemiş olmak”, “suya sabuna dokunmamak”, “suyun başı”, “suyunun suyu” gibi daha da çoğaltabileceğimiz birçok deyim. Tabii buradaki deyimlerin çoğunda asıl anlatılmak istenilenin dışında bir anlam daha vardır ki -bence asıl ürkütücü olanda odur- suyun, binlerce yıldır insanoğlu tarafından, yalnızca insanoğlu değil bütün canlılar tarafından, hiç bitmeyecekmişcesine pervasızca kullanılmasının dilimize yansımasıdır. Çoğu deyim ve atasözünde bu görülmektedir. Ki bu israfa yönelik kullanım tüm uyarılara rağmen hala bilinçlenmemiş toplumlarda ve maalesef ülkemizde de hızla devam etmektedir. Çevremizde, televizyonlarda, gazetelerde bunu sıkça görmekteyiz; hatta bazılarına şahit bile olmaktayız.

Elbette deyimler ve atasözlerimizin çokluğu dilimizin zenginliğini gösterir. Şimdi gelin bir de sulu atasözlerimize şöyle bir bakalım. “Su testisi su yolunda kırılır”, “Suyun yavaş akanından, insanın yere bakanından kork,” “su uyur düşman uyumaz” “su küçüğün söz büyüğün”, “su bulanmayınca durulmaz” gibi daha niceleri.

Efendim muhabbeti fazla sulandırmadan sadede gelmek istiyorum. Ne yazık ki barajlarımız kuruyor, içme suyumuz azalıyor. Yetkililer de neredeyse her gün hemen hemen her platformda bu olayı dile getiriyor. Başka bir taraftan da bakıldığında ise bu işin şakası tabii, yazın sıcağından bunalıp serinlemek için kendini baraj göletlerine atan ve sonları hüsranla sonuçlanan ülkemize mahsus olayların, en azından kuruyan göletler olacağını varsayarak bu gibi vakaların meydana gelmeyeceği düşüncesine de insan kapılmıyor değil. Baştada söylediğim gibi bu işin şaka tarafı . Ne insanlarımız boğulsun ne de barajlarımız kurusun. Yine dönüp dolaşıp laf eğitime, bilinçlenmeye ve de milletçe alışık olmadığımız fakat bir an önce alışmamız gereken tasarrufa geliyor. Evlerde su tasarrufuna ilişkin TEMA Vakfının resmi internet sitesinde gayet güzel açıklamalar mevcut merak edenler bakabilirler.

Ve de son olarak kavurucu sıcaktan uzak, bol sulu ve su gibi geçip, tadı damağımızda kalacak bir yaz dönemi geçirmek dileğiyle, su gibi aziz olun, efendim…

Kırım-Kongo


Günlük güneşlik bir hava. Yeşillikler ağaçlar ve doğa. Birden canınız pikniğe gitmek istedi. Haydi! Dediniz; arkadaşlar hep beraber pikniğe gidiyoruz. Tabiatın bağrında, yerlere, kilimlere, sere serpe uzandınız, yayıldınız. Ancak atladığınız bir durum var. Bu sizin son yayılmanız olabilir. Çünkü artık bizimle beraber olan bir şey var. Adıyla sanıyla Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Hastalığı. Yani kene ısırması. Adı bile tüylerinizin ürpermesine sebep oluyor. -Ne oldu sana, çökmüşsün? -Valla sorma Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Hastalığına yakalandım. Söylemesi bile ayrı bir dert. Hayatınızın bir film şeridi gibi önünüzden geçmesine sebebiyet verecek bir durum.

Şimdi diyeceksiniz ki Kırım nere Kongo nere nasıl gelmiş bu virüs buralara? Efendim hani şu göçmen kuşlar var ya. İşte onların vasıtasıyla seneler zarfında ta oralardan ülkemize kadar taşınmış, hali hazırda kurbanlarını bekleyen ve kene ısırığıyla yayılan ölümcül bir virüs çeşidi bu. Aşısı yok. Sadece bu hastalığı geçiren, ömür boyu bağışıklık kazanmış oluyor. Ölüm oranı yüzde otuz. Genelde ülkemizdeki vakaların çoğu ölümle noktalanıyor.

Dahası var. Öyle sadece piknik alanlarında değil, her yerde bunlar karşımıza çıkabiliyor. Örneğin, bir öğle yemeğinizi dışarıda yemeye karar verdiniz. Arkadaşlarınızla beraber dışarı çıktınız. Malum yaz mevsimi bütün restoranlar, kafeler, masa sandalyelerini dışarılara atmış, bahçenin içinde, kaldırım üstünde, çimliğin üstünde, çiçekler böceklerle beraber bir öğle yemeği sefası düşüncesi içindesiniz. Yine unuttuğunuz bir şey var. O malüm mahluk o an orada olabilir ve her an yanınıza gelebilir. Belki de yanınızdadır bile.

Diyelim ki böyle bir mahlukatın ısırığına maruz kaldınız. Adı üstünde kene bu . Vazifesini yapıyor ve yapışıyor. Kesinlikle kendiniz çıkarmaya çalışmıyorsunuz. -Epey mürekkep yalamış bir arkadaşım, yaa biz köyde küçükken bu keneler üzerimize yapışırdı, biz de parmağımızla vurup üzerimizden atardık dedi, şakayla karışık, ben de sakın şimdi aynı şeyi deneme kapitalist sistem yıllar içinde sadece insanları değil hayvanları da vahşileştirdiği için bunlar senin köyündeki kenelere benzemez sakın böyle bir şey deneme dedim.- Neyse bu işin latife kısmı. Bir anlık gaflete düştünüz ve diyelim ki keneyi elinizle çıkardınız. Başta söylediğim, hayatınızın filminin fragmanlarını görmeye hazır olun. Hele bir de yaralı bölgeye sakın ve kesinlikle yurduma mahsus ilk yardım yöntemlerini uygulamaya kalkmayın. Hani yanıklarda diş macunu, arı sokmasında bıçak bastırılması vesaire gibi. Mutlaka kene için de ilkel bir ilk yardım metodu bulunmuştur. En iyisi siz dediğim gibi ısırılan yeri ellemeden, en yakın sağlık birimine koşun, koşturun. Kana karışan bu virüsün vücudunuzdan bir an önce ihraç edilmesinde yarar vardır. Bir de arkadaşlarınızın fantastik yaklaşımlarına uyarak uzakta bir yerde, yani sağlık birimlerinden uzakta bir yerde, yemek olayına giriştiyseniz. Ki bu, oraya nasıl olsa bir helikopter gönderirler mantığıyla yapılmış, talihsiz bir yanılsamadır. Beklemeyin göndermezler. Gönderseler bile eski “Olacak O Kadar” parodilerini aratmayacak nitelikte, evet burası Türkiye, her şey olabilir dedirten vakalarla karşılaşabilirsiniz. Yani kene ısırığı vakasıyla vardığınız sağlık kuruluşundan, böyle popüler bir hastayı bulmuşken bari boş göndermeyelim edasıyla, örneğin apandistiniz veya başka bir organınız alınmış olarak çıkma ihtimalinizi de göz önünde bulundurmalısınız. Olmaz olmaz demeyin. Tamam şimdi bunlar da işin latife kısımları.

Ancak durum gerçekten de vahim. Bazen düşünüyorum da biz insanlar mı hayvanların doğal ortamındayız, yoksa hayvanlar mı insanların doğal hayatının içinde ? Deli dana, kuş gribi derken, bir bu eksikti dedirten, kırım kongo kanamalı ateşi hastalığı.

Neyse efendim işin özü çok dikkatli olmalıyız; herkese, kenesiz, kanamasız, kongosuz, kırımsız, sağlıklı günler dileğiyle…