13 Mart 2010 Cumartesi

Kırlangıçlar


Nil, Akdeniz’e doğru bir kuğu gibi süzülürken, güneş de Tutankamon’un ülkesi için doğuyordu.

İskenderiye’li balıkçılar dönüş yolunda, öte tarafta Resmo’lu balıkçılar ağlarını topluyor ve tan yeri Musa’nın asası gibi sadece Kızıldeniz’i değil gece ile gündüzü de ikiye bölüyordu.

Akdeniz yeni bir güne uyanırken, dalga sesleri, martı seslerine karışarak yavaş yavaş günün ışıklarını Anadolu kıyılarına ulaştırıyordu.

Etrafta kalubeladan kalma bir sessizlik, yüzüme çarpan ılık bir rüzgar, üstüne üstlük aniden, taa Bizans’ın surlarını aşarak kulağıma çalınan Madam Anahit nidaları, ruhumun acıyan taraflarını depreştiriyor, bedenimi dinçleştiren bu ezgilerle, bir tarafta yalnızlığımı, bir tarafta akşamdan kalma kalabalığımı, yeni bir güne sancılı uyanışımın tefrikasını oluşturuyordu.

Bu karmaşık Akdeniz rüyasının içinden sıyrıldığımı zannederken, birden diğmam, ağaçlıklardan Hezarfen edasıyla süzülerek pencereme dadanan kırlangıçlara takılıyordu. Bunlar pencerelerimin köşelerine, Antik Mısır’ın piramit işçileri edasıyla, çamur ve balçıktan yuva yapıyorlardı. Pencerinin dış tarafında kırlangıç kuşları, iç tarafında ise kukumav kuşu gibi düşünen benliğim karışıyordu.

Böylece sabahın akıntısında sürüklenip giderken, hissiyatım bir “can simidi” arıyordu. Günaydın, günaydın sesleri ararken, Bunaydın, bunaydın diyen ve her daim dizelerinde Akdeniz kokan bir şairin şiiri kafamda örseleniyordu.

Bir limon kalmış güneşten
Bi de daluçlarında buhur
Bulutlar ki kar
Bulutlar yağıyor
Dizdüşümlerime…
Bir tahta boştasın loş
Sarmanlar gelip gidiyor
Silüsler beyazdan da yılan
Sen bu tipiden çıkmıyacan…
Bir limon kalsada güneşten
Bide ölümcül umut
Sen bu umuttan iflah
Olamaya
Can..

Bu iflah olmaz benliğim de, kücücük canlarıyla nafile bir çabanın mimarı kırlangıçların nasıl güneşi balçıkla sıvamaya çalıştıklarını izliyor ve öte taraftada, çocukların ellerinde sapanlarla, daha sabahın ilk ışıklarında güneşe meydan okumaya hazırlanışlarına şahit oluyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder