19 Temmuz 2011 Salı

MART 16


1919 Temmuz ayında bir gece “Mustafa Kemal” ile “Telgrafçı Ahmet Hamdi” arasında geçen telgraf konuşması :

Erzurum : İsmin ne ?

İstanbul Merkez Postanesi : Manastırlı Hamdi.

İstanbul Merkez Postanesi : İsmin ne ?

Erzurum : Mustafa Kemal.

İstanbul Merkez Postanesi : Emredersiniz Paşam !

Erzurum : Bana Yıldız’ı bağlayınız.

İstanbul Merkez Postanesi : Bir dakika Paşam.

İstanbul Merkez Postanesi : Paşam, müdürüm Yıldız’ı bağlamama muhalefet ediyor.
Bana yazdırınız. Ya emniyetli bir adamla göndereyim ya da kendim götürürüm.

Paşa ısrar etmedi ve Ayan Meclisi’nden Fuat Paşa’ya verilmek üzere mesajnı yazdırdı. Paşa bu telgrafında, ülkenin yönetimini kendi eline aldığını, İstanbul Hükümeti ile ilgisini kestiğini bildirdi. Ayrıca sadrazamın da görevden çekilmesini istiyordu.

O dönemde İstanbul Merkez Postanesi görevlilerine uyarı yapılmıştı. Yıldız Sarayı ile görüşme istekleri müdüre danışmadan kesinlikle cevaplandırılmayacaktı. Bu sebebten Telgrafçı Manastırlı Hamdi Efendi müdürden olumsuz yanıt alınca Mustafa Kemal’e o şekilde cevap vermek zorunda kaldı. Gerçi Mustafa Kemal’i Çanakkale Savaşlarından Anafartalar Kumandanı olarak namını duymuştu. Hatta anılarında bu telgraf konuşmasına ilişkin bahsederken : “Karşıda Mustafa Kemal adını duyunca elimde olmadan fesimi düzelttim, ceketimin düğmelerini ilikledim ve Emredersiniz Paşam cevabını verdim” diyecektir.

O tarihlerde Mustafa Kemal İstiklal Savaşını fiilen başlatacak olan ve bir ihtilal beyanı niteliğindeki “Amasya Genelgesi” ’ni tüm ülke sathında yayımlatmıştı ve İstanbul tarafından Mustafa Kemal’in tüm yetkileri alınmış ve derhal İstanbul’a dönmesi istenmekteydi. Ülkenin dört bir tarafı Mondros Mütarekesi gereği işgal altındaydı.

Mustafa Kemal ise doğu illeri adına yapılacak kongre için Erzurum’a gelmişti ve ayrıca kendisi 8 Temmuz gecesi Erzurum’da kongre için bulunmaktayken çok sevdiği askerlik görevinden de istifa edecekti.

Bundan sekiz ay sonra Telgrafçi Hamdi tekrar sahnede :
Mustafa Kemal 16 Mart 1920 günü saat 10.00 sıralarında, Ankara Telgrafhanesi’nde, adına geçilen telgraf metnini okurken oldukça düşünceliydi. Bir yanlışlık olup olmadığını anlamak için, metni bir kez daha okudu:

“Bu sabah Şehzadebaşı’ndaki Mızıka Karakolu’nu İngilizler bastı. Oradaki askerlerle çarpışarak neticede şimdi İstanbul’u işgal altına alıyorlar. Bilgi için arz olunur.Manastırlı Hamdi.”

Mustafa Kemal, bu telgrafın altına, ‘Çok acele kolordulara benim imzamla gönderiniz’kaydını yazdı ve görevlilere verdi. Bu sırada Manastırlı Hamdi bilgi vermeyi sürdürüyordu:

“Bizim en güvendiğimiz bir arkadaşımız, yalnız o değil herkes, yani her gelen söylüyor. Şimdi de Harbiye Nezareti’nin işgalini haber aldık. Hatta Beyoğlu Telgrafhanesi’nin önünde İngiliz askerleri olduğunu söylediler. Fakat telgrafhaneyi işgal edip etmeyecekleri meçhuldür.”

İstanbul Merkez Postanesi telgrafhanesinden Manastırlı Hamdi Bey, edindiği bilgileri aktarmaya devam ediyor; ama arada bir, yazışma kesiliyordu.

Bu sırada, Harbiye Telgrafhanesi’nden memur Ali de Ankara’yı buldu ve o da bilgi vermeye başladı:

“Sabahki İngilizlerin baskınında altı şehit ve on beş yaralı var. Nezarete giriyorlar. Nizamiye kapısına... Teli kes. İngilizler buradalar.”

Mustafa Kemal daha fazla bilgi istiyor ve bekliyordu. İşgal yerel miydi, yoksa bütün İstanbul’u mu kapsıyordu? Silahlı bir karşı koyma olmuş muydu, yoksa bir baskın tarzında mı olmuştu her şey?

Bu sorulara cevap ararken Manastırlı Hamdi Bey olayları aktarmaya devam ediyordu:

“Paşa Hazretleri, Harbiye Telgrafhanesi’ni de İngiliz deniz askerleri işgal edip teli kestiği gibi, şimdi bir taraftan Tophane’yi işgal ediyor diğer taraftan da zırhlılardan asker çıkarıyorlar. Durum vahimleşiyor efendim. Sabahki çarpışmada 6 şehit ve 15yaralımız vardır. Paşa hazretleri emirlerinizi bekliyorum...”

Durum apaçık ortadaydı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İstanbul’u  yarı örtülü işgal altına alan düşman, gittikçe güçlenen milliyetçi akımları söndürmek,vatanseverlere gözdağı vermek için kenti, hem de kan dökerek tam anlamıyla işgal ediyor, bütün stratejik noktalar düşman eline geçiyordu.

Dışarıda düşman askerleri kol gezerken büyük bir cesaretle görevini sürdüren Manastırlı Hamdi Bey yeniden devreye girdi:

“Sabahleyin bizim askerler uykuda iken İngiliz deniz erleri karakola gelip işgal etmişler.Askerimiz uykudan şaşkın kalkınca çarpışmaya başlanıyor. -Bu bilgi yanlış aktarılmıştır. Şehzadebaşı Karakolu’nda çarpışma olmamış, askerler uyurken şehit edilmiştir.- Neticede bizden 6 şehit, 15 yaralı olup, bunun üzerine tasavvur ettikleri melanete başlayıp hemen zırhlılarını rıhtıma yanaştırarak Beyoğlu cihetini veTophane’yi, sonra bir taraftan da Harbiye Nezareti’ni işgal etmişler.”

“Hatta şimdi ne Tophane ne de Harbiye Telgrafhanesi’ni bulmak kabil oluyor. Şimdi de haber aldığıma göre, Derince’ye kadar işgal genişliyormuş efendim.”

“İşte Beyoğlu Telgrafhanesi yok, orasını da işgal ettiler galiba. Allah korusun. Burasını da (İstanbul Postanesi) işgal etmesinler. İşte Beyoğlu telgraf müdürleri, memurları geldiler. Onları kovmuşlar. Bir saate kadar burası da işgal olunacaktır. Şimdi haber aldım efendim.”

Mustafa Kemal de, hattın kesilmesinden endişe ederek Manastırlı Hamdi Bey’e şu talimatı verdi:

“Hamdi oğlum, benim imzamı kullanarak Edirne’ye Cafer Tayyar Bey’e, Bandırma Kolordu Komutanı Yusuf İzzettin Paşa’ya, İzmir Kumandanlığı’na vaziyeti haber ver. Sonra da durumu bana bildir...”

Kısa bir süre sonra Manastırlı Hamdi Bey, emrin yerine getirildiğini bildiriyordu ki, hat kesildi ve bir daha da haber alınamadı...

Ne olmuştu? Büyük Postane de işgal mi edilmişti? Ya Manastırlı Hamdi Bey; o da görev başında, Mustafa Kemal’in emrini yerine getirirken mi yakalanmıştı? İngilizler, milletvekillerinden kimseyi tutuklamış mıydı?

Mustafa Kemal, bu soruların cevabını daha sonra alacak, İngilizlerin kentte Kuvayı Milliye taraftarlarını topladığını, ayrıca Meclisi Mebusan’a giderek Kara Vasıf ve Rauf (Orbay) beyleri tutuklandığını öğrenecekti. Ama Manastırlı Hamdi Bey’den hiçbir haber yoktu...

16 Mart 1920 günü İstanbul’un işgalini, günümüz deyimiyle ‘canlı yayın’ yaparcasına, an be an Mustafa Kemal’e bildirerek tarih sahnesine çıkan, ancak yaşamının bundan sonrası çoğumuzca pek bilinmeyen Manastırlı Hamdi kimdir?..

Hamdi Bey, lakabından da anlaşılacağı gibi, Manastırlıdır. 1891’de Manastır’da doğmuş, babasının varlıklı oluşu sayesinde iyi bir eğitim görmüş, 1911’de de Dere-i Bala kasabasında telgraf memurluğuna başlamıştı. Ancak 1912’de Sırpların Manastır’ı işgali, diğer Türkler gibi, Hamdi Bey ve ailesinin dingin yaşantısına son vermiş, Sırpların Türklere olumsuz davranışı ve bitmek tükenmek bilmeyen eziyetleri nedeniyle, aile İstanbul’a göç kararı almıştı.

Aile reisi Ahmet Efendi, Manastır’daki geniş topraklarını ve evini bırakarak eşi Habibe, kızı Münevver ve oğlu Hamdi Bey ile birlikte yola çıktı. Aile sıkıntılı ve uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a geldi. İmparatorluk başkenti İstanbul, o sıralarda I. Dünya Savaşı’nın getirdiği yokluk ve sıkıntılar içindeydi. Aile, Üsküdar’ın Tabaklar Mahallesi’nde bir ev bularak yerleşti. Bir süre yanlarındaki para ile idare ettiler. Ama sonra Ahmet Bey’in hastalanıp ölmesi, kızının da gelin gitmesi, Manastırlı Hamdi Bey’i evin geçim sorunu ile yüz yüze getirdi.

Manastırlı Hamdi Bey, günlerce iş aradıktan sonra, 1919’da İstanbul Merkez Postanesi’nde (Bugünkü Büyük Postane) telgraf memuru olarak göreve başladı. İş ahlakı, dürüstlüğü, çalışkanlığıyla kısa sürede kendini herkese sevdirdi.

Sonrasında Manastırlı Hamdi gizlice Milli Mücadeleye katılmak içn gizlice Anadolu’ya geçer. Önceleri Mustafa Kemal’in karargah telgrafçısı olur. Sonrasında İsmet Paşa’nın yanında 1.ve 2.İnönü muharebelerine katılır.
Meclis Başkanı Mustafa Kemal’in hani o meşhur “Siz orada yalnız düşmanı değil milletin makus talihini de yendiniz” diye devam eden telgrafını alıp Metristepe’de İsmet Paşa’ya müjdeleyen de yine Telgrafçı Hamdi Bey’dir.

Manastırlı Hamdi Bey, savaş bitip Cumhuriyet ilan edildikten sonra, terfi ettirilerek, Akşehir telgraf memurluğuna atanıyor. Orada iki yıl görev yaptıktan sonra, Ankara Yenişehir Postanesi Müdürü oluyor. Bu arada sağlığı bozuluyor. Bir süre tedavi gördükten sonra, kendi isteğiyle Konya İstasyonu’na birinci sınıf memur olarak atanıyor ve bu görevdeyken de emekli oluyor.
1934 yılına gelindiğinde de soyadı kanunu gereği Atatürk, İstanbul’un işgalini kendisine canlı olarak bildiren ve o günü anımsatması babı ile Hamdi Bey’e “Martonaltı” soyadını veriyor. (16 Mart 1920 Şehzadebaşı Mızıka Karakolu’nun İngilizler tarafından işgali)

İstiklal Madalyası sahibi “Ahmet Hamdi Martonaltı” 09 Aralık 1945 senesinde Konya’da vefat ediyor. Mezarı da Konya’da bulunmaktadır.

Ayrıca Atatürk Nutuk’ta Manastırlı Hamdi’den şöyle bahseder :

Bu hamiyetli ve cesur Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı İstanbul’da geçen bu acı olayları öğrenmek için, kim bilir ne zamana kadar bekleyip duracaktık. İstanbul’da bulunan nazır, milletvekili, komutan ve teşkilatımız adamları içinden, bir kişinin çıkıp da, zamanında bize haber vermeyi düşünememiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki hepsini heyecan ve çarpıntı kaplamıştı. Bir ucu Ankara’da bulunan telin İstanbul’da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir duruma gelmiş oldukları yargısına varmak, bilmem ki doğru olur mu? Telgraf memuru Hamdi Efendi sonradan Ankara’ya gelerek karargâhımız telgraf memurluğu yapmıştır. Kendisine borçlu olduğum teşekkürü, burada açıkça söylemeyi millî ve vatan görevlerinden sayarım.

—Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk

Serkan KASALAR

16 Temmuz 2011 Cumartesi

İzmir'in Dünyadaki Tek Sesi : Dario Moreno









Anadolu’nun batı yakasında, bütün Ege kıyılarının Yunan çizmeleri altında ezildiği sıralarda, Aydın’da, bahar ayına rastlayan bir günde 03 Nisan 1921 günü bir erkek çocuk dünyaya geldi. Daha sonraları ünlenecek olan bu çocuğun asıl adı David Arugete idi. Ancak biz onu Dario Moreno olarak tanıdık.

Yahudi asıllı olan ailesiyle birlikte Aydın’da yaşayan Dario, tren istasyonunda çalışan babasının trajik bir şekilde vurulmasının ardından çok küçük yaşta yetim kaldı. Bu olay sonrası annesi ve dört kardeşi ile birlikte İzmir’e yerleşen ailede, anne Madam Roza, Dario’yu geçim sıkıntısından dolayı Nido De Guerfanaos yetimhanesine vermek zorunda kaldı. İlkolu Yahudi okulunda bitiren Dairo, gençlik yıllarında pek çok değişik işte çalıştı.

Çalıştığı yıllarda kendini yetiştirdi ve İzmir’de Kardıçalı İşhanında, yanında getir götür işlerinde çalıştığı İzmir'in ünlü avukatlarından birinin kâtipliğine yükseldi. Ayrıca geceleri İzmir Milli Kütüphane'ye gidip Fransızca çalışıyordu. Yine bu sıralarda başlayan gitar merakını eline geçen bir gitar aracılığı ile geliştirdi. Aynı dönemlerde Bar-Mitsvah törenlerinde şarkılar söylemeye başladı.

Gençlik çağlarında kendi semtinde ve İzmir'de iyice tanınır olmuştu. Moreno askerliğini II. Dünya Savaşı sıralarında piyade olarak Akhisar Orduevi'nde yaptı. Burada caz orkestrasında solistlik yaptı ve yine Konya ile Adana'daki askeri yerlerde sahneye çıktı. Askerlik döneminde müzik ile daha içli dışlı olan Moreno o zamanlar İzmir Kordon'da bulunan NATO binasının yerindeki Marmara Gazinosu'nda da sahneye çıktı.

Moreno ilk konserini ise Konak vapur iskelesinin üzerindeki gazinoda verdi. Moreno müzisyenliğini biraz daha ilerletince annesi Madam Roza ile birlikte Mithatpaşa Caddesi üzerinde bulunan Karataş semtindeki Asansör Sokağı'na taşındı. Sokağın bugünkü adı Dario Moreno Sokağı'dır. Halk arasında bu sokak ve çevresi "Asansör" olarak anılır.

Gittikçe daha da ünlenen Dario Moreno'nun ünü İzmir Palas otelinde iyice parladı. Askerlikten sonra ise Moreno bir süre İstanbul Fenerbahçe'deki Belvu Gazinosu'nun sahnesine çıkmaya başladı. Bu arada Moreno, Ankara'da bulunan Bomonti Gazinosu'nda sahne almak üzere iki gün için Ankara'ya gitti. Ancak iki yıl Ankara'da kaldıktan sonra tekrar İstanbul'a dönebildi ve Fritz Kerten'in orkestrasına solist olarak girdi. Moreno Ankara'da kaldığı yıllarda Orhan Veli ile oda arkadaşlığı da yapmıştır.

İstanbul'da bir yıl boyunca çalıştıktan sonra Atina'ya geçti. Burada çalışırken Paris'te bulunan bir emprezaryoya telgraf çektikten sonra oraya gitti. Moreno burada ilk olarak Perto Del Sol Müzikholü'nde sahneye çıktı. Paris'teki ilk yılları başarısızlık yıllarıdır. Almanya'daki Amerikan askeri kulüplerinde bir müddet şarkı söyledikten sonra Fransa'da ilk defa Jezabel şarkısı ile olağanüstü bir başarı elde etti. Paris'te; daha sonra Cannes'da bulunan Palm Beach Oteli'nde şarkı söyleyen Moreno daha sonra söylediği "Adieu Lisbon" ve "Cou Courou Cou Cou" isimli kalipsolar ile ününü pekiştirdi.

İstanbul'da yanında çalıştığı Fritz Kerten ile annesini yanına aldırdı. Fritz Kerten'in adını Andre Kerr'e çevirterek piyanist olarak yanına aldı. Sezen Cumhur Önal ve Fecri Ebcioğlu Moreno'nun şarkılarına Türkçe söz yazmışlardır. Moreno Jacques Brel'in yazıp sahneye koyduğu ve başrolünü oynadığı L'Homme de la Mancha adlı müzikal eserde Sancho Pancho rolünü üstlendi.

Dario Moreno ayrıca 32 filmde rol almıştır. Daha 47 yaşında hayata gözlerini yuman Dario’nun ölümüne ilişkin söylentiler değişiktir. Bunlardan birisi 1 Aralık 1968 günü İstanbul Hilton Oteli'ndeki odasında ölü bulunduğudur. Öbürü ise havaalanına taksi ile giderken geçirdiği bir kalp krizi sonucunda öldüğüdür.

Kendisi İzmir'de gömülmesini vasiyet ettiği halde, ölümünün hemen ardından annesi Madam Roza oğlu Moreno'yu gömülmek üzere İsrail'deki Holon kenti gömütlüğüne götürmüş ve Dario orada toprağa verilmiştir. Her ne kadar bazı girişimler yapılmış olsa dahi ailesinin isteği üzerine ve de ne yazık ki Dario’nun kendi yazdığı “Vasiyet” isimli şiirine göre defni yapılamamıştır.

Vasiyet :
“İzmir, tatlı ve sevgili şehrim
bir gün şayet senden uzakta ölürsem
beni sana getirsinler...
fakat mezarıma götürürlerken "öldü" demesinler,
"uyuyor" desinler koynunda,
tatlı izmir'im...”

Eğlenmeyi, yemek yemeyi (özelikle İzmir köfte) ve İzmir’i taparcasına çok seven Dario’nun annesi Madam Roza ile birlikte yan yana bulunan İsrail Holon’daki mezar taşında bir ayyıldız bulunmakta ve taşın üzerinde Türkçe olarak şöyle yazmaktadır : “İzmir Çocuğu David Aguretta burada yatıyor”.

Dario’nun 90. doğum yılı anısına, 03 Nisan 2011…

Serkan KASALAR

6 Şubat 2011 Pazar

KARLSBAD'DA BİR "PAŞA"


Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun batısında Bohemya bölgesinde Prag’a 130 km. uzaklıkta Karlsbad’da, bir Osmanlı Generali tedavi amacıyla bulunmaktaydı.

1918 yılının Haziran sonlarında, böbreklerindeki rahatsızlığın artması sebebiyle, Cottage Senatoryumu doktorlarından Dr.Markotein’in tavsiyesi üzerine, buradaki şifalı sulardan istifade etmek ve kür görmek maksadıyla 30 Haziran 1918 günü Mustafa Kemal Paşa Karlsbad’a geldi ve burada bulunan Dr.Vermer’in tavsiyelerine uydu.

O zamanki adıyla Karlsbad, şimdiki adıyla Karlovy Vary. Karlsbad o dönemde Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na bağlı Bohemya eyaletinin küçük bir kasabasıdır. Bu kasaba o dönemden bu güne şifalı sularıyla ünlü, yeşillikler içinde birçok oteli barındıran Çek Cumhuriyeti sınırları içinde Prag'a yakın şirin bir kasabadır.

Mustafa Kemal Paşa yaveri Şevki ile birlikte Karlsbad’a geldiği ve burada yaşadığı olayları günlük tutarak ebedileştirmiştir. Altı defterden oluşan ve yıllar sonra bu günlüğü Cumhurbaşkanlığı Köşkünde bulan Afet İnan, Atatürk’e gösterdiğinde, Atatürk heyecanlanmış ve çok duygulanmıştır. Afet İnan’da bu günlüğü yeni yazıya çevirmiştir.

Paşa günlüğünde ilginç ve komik bazı olayları, döneme ait bazı fikirleri ve kendisine ait ilerisi için yön çizecek durumları harika bir biçimde yazıya dökmüştür. Mesela en ilginçlerinden birisi Paşayı, albay olarak niteleyen bir otel garsonuyla olan münasebetidir. Paşa bu durumu günlüğünde şöyle yansıtır :

“ 03 Temmuz 1918 Çarşamba Asker elbisemi giydim. Saat 7'de Impérial'e gittim. Daha henüz salonları temizliyorlardı. Pelerinimi gardıroba bıraktım. Otelin bahçesinde epeyce dolaştım. Canım sıkılıyordu. Bir aralık yağmur yağmaya başladı, tekrar otele girdim. Bu defa salonda oturdum. Henüz kimse yok. Saat 8 oldu. Müzik başladı. Yemek salonuna geçtim. Obert'e hazırladığı yeri sordum. Dün tenbih etmiştim. Buyurun, miralay efendi! dedi. Adam zahir halimize bakarak demek ki, ancak miralaylık tevcih ediyordu. General olduğumu anlatmaya kalkışmak bir mesele... Sesimi çıkarmadım. Bir küçük masaya oturttu. Yemekten sonra bu masanın her vakit akşam yemekleri için bana tahsis olunmasını söyledim. Ve kendimi de tanıtmak için kartımı verdim. Moustapha Kémal Pacha Arméefuhrer.

Herr Obert'in bütün bu tafsilatlı karta rağmen bizi miralay efendilikten başka bir şey telakki edemediğini ve Pacha'nın merkum nazarında tahminini tebdil etmediğini Arméefuhrer'ın de medlûlünü hiç düşünmediğini zannederim. Çünkü ertesi günü masa üzerine bıraktığı Bestelt (rezerve) levhasının altında kurşun kalemle şu isim yazılı idi. Monsieur Kemal Pacha. “

Elbette Herr Obert, Mustafa Kemal Paşa’nın bir kaç ay önce Berlin seyahatinde Veliaht Sultan Vahdettin’e yaverlik yaptığını ve kendisine Yaver-i Fahri Hazret-i Şehriyari (Padişah Onursal Yaveri) unvanının verildiğini ve yine Mustafa Kemal Paşa’nın bir yıl sonra bir milletin kaderini değiştireceğini nereden bilebilirdi? Gerçekten de tam bir yıl sonra Amasya’da 1919 Haziran’ında, Mustafa Kemal, Rauf Orbay, Ali Fuat Paşa “Vatanın bütünlüğü milletin bağımsızlığı tehlikededir.” diye başlayan Amasya Tamimini imzalayarak İstiklal Savaşını başlatıyorlardı.

Ne tesadüftür ki Mustafa Kemal, Sultan Reşat’ın öldüğü’nü ve yerine 03 Temmuz !918 günü -aynı zamanda yaveri olarak Berlin seyahatinde eşlik ettiği- Vahdettin’in padişah olduğunu Karslbad’dayken öğrenmiştir. Bir ilginç tesadüf daha o zaman ki Karlsbad’ın bağlı olduğu Bohemya’nın bayrağı da kırmızı beyazdır.

İLK TÜRK FİLMİNİ KİM ÇEKTİ ?

Bırakın Çocuk Oynasın..!!

Yukarıdaki sözleri Sultan 5. Mehmet Reşat, resmini çekmek isteyen Manaki Kardeşleri engellemek isteyen muhafızlarına söylüyordu.

Bırakın çocuk oynasın ! Olay 1911 yılında Makedonya'nın Manastır (Bitola) kentinde geçmekteydi. Korumalar Milton Manaki'yi ve acayip kutusunu olay yerinden uzaklaştırmak istemekteydiler. (Bu acayip kutu 1911 yılından günümüze belgeselleri taşımış 300 no'lu Charles Urban marka kameradır). Milton ve kardeşi Yanaki Balkanlara ilk defa Sinematografi'yi getiren kardeşlerdir.
Biraz literatür karıştırıldığında ve de resmi tarih açıklamasına bakıldığında çekilen ilk Türk filminin, Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı olduğu görülmekdir.

Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na girdiği yıl çekilen, Türk sinema tarihinin bilinen ilk filmi ve senaryosudur. Osmanlı ordusunda yedek subay olarak görev yapan Fuat Uzkınay tarafından 14 Kasım 1914'te çekilmiştir. Film 150 metrelik bir belgeseldir. Filmdeki tüm olay Ayastefanos'taki (Yeşilköy) Rus anıtının yıkılışıdır. Lumiere Kardeşler'in sinema tarihine ilk film olarak geçen ve sinemanın doğuşu kabul edilen trenin gara girişinin Türk versiyonudur. Filmin hiçbir kopyası günümüze ulaşamamıştır

Öte tarafta Makedonya’nın Manastır şehrinde “Manaki Kardeşler” kameralarıyla tarihe ışık tutuyorladı. Makedon sinemasının öncüleri olan Yanaki (1878-1954) ve Milton (1880-1964) Manaki, Avdela’nın Vlach köyünde doğdular. Manaki Kardeşler birbirinden farklı karakterlere ve mizaçlara sahip olsalar da, yakın işbirliği yaptılar ve birbirlerini hem fotografik hem de sinematografik anlamda tamamlayarak uyumlu bir birliktelik yarattılar. İlk profesyonel aşkları fotoğraftı. 1898 yılında Yanaki bir meslek lisesinde kaligrafi ve çizim öğrettiği Ianina’da bir fotoğraf stüdyosu açtı. Aynı sene, Milton Manaki’de ona katıldı ve kardeşinin stüdyosunda fotoğraf sanatını öğrenmeye başladı. Merakı ve gayretli çalışması sayesinde, Milton kısa sürede
fotoğraf ustası oldu.

1904’te Manaki Kardeşler Bitola’ya (Manastır) taşınmaya karar verdiler. Şehir o dönemde Balkanların önemli bir ekonomik, politik ve kültürel merkeziydi. Bir sene sonra Bitola’da meşhur “Sanat Fotoğrafçılığı Atölyesi”ni açtılar. Manaki Kardeşler için diğer önemli yıl Kral 1. Karol tarafından Romanya’nın Sinaia şehrindeki büyük fotoğraf sergisine davet edildikleri 1906’ydı. Sergide fotoğraf kolleksiyonları ile Altın Madalya kazandılar, ve bu başarı onlara Majestleri Kral 1. Karol’un Saray Fotoğrafçıları ünvanını getirdi. 1911 yılında da Osmanlı Sultanı’nın ve 1929 yılında Yugoslavya Kralı Alexander Karadjordjevic’in fotoğrafçısı oldular. Fotoğraf makinesi deneyimi görsel bir hazırlık için mükemmeldi ve onlara film kamerasıyla çalışmak için sağlam bir altyapı kazandırdı. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı ile çalkalanan Balkanlar’da Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan kanadında yer alan Bitola politik bir merkez olarak büyüyordu. Bitola’da 30 bin Türk askeri bulunuyordu. Burada askeri akademi, okullar, bankalar ve matbaalar vardı. Avrupa etkisinde zengin ailelerin yanı sıra banliyölerde yoksul sınıfın da olduğu bir ticaret merkezi haline gelmişti. Kısaca, Bitola’da yoğun bir şekilde fotoğraf makinesiyle çalışan Manaki Kardeşleri cezbeden ilginç, çekici bir hayat vardı.

Milton Manaki’nin anılarında 1905’te ağabeyi Yanaki’nin Avrupa’daki başkentlere seyahat ettiği yazar. Yanaki Londra’daki Charles Şehir Ticaret Merkezi’nden 300 model numaralı Bioskop film kamerası alır. Camera 300 olarak bilinen bu kamerayla mahalledeki ve ailelerindeki başka kadınlarla gezinen 114 yaşındaki neneleri Despina’yı ölümsüzleştirirler (1905). Bu onların ilk filmi ve Makedon sinematografisinin doğuşudur.

Milton ve Yanaki Bitola’daki ana caddede (Shirok Sokak) bulunan evlerinin balkonundan birçok film çektiler – bunlar Pelister Dağı yamaçlarında geçen hayatın her yönüyle ilgili belgesellerdi. Fotoğraf stüdyosunun ve Camera 300’ün yanı sıra, Manaki Kardeşler filmleri de projekte etmeye başladılar. 1921’de ana caddede tepesi açık yeni sinemaları “Manaki”de ilk filmlerini gösterdiler. Sinema bahçesi Manaki Kardeşleri tatmin etmeyen kısa vadeli bir çözümdü. Sonraları, bir sinema salonu kurdular ve 1 Aralık 1923’te bu sinemada ilk gösterimlerini yaptılar. Bu sinema 1939’da yanana kadar farklı kişilerin elinde başarılı bir şekilde yönetildi.


Resim yazısı ekle

Pekala bu açıklamalar ışığında ilk Türk Filmini kim çekti ? 1914 yılında Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı’nı görüntüleyen Fuat Uzkınay mı? Yoksa 1911 senesinde Sultan Mehmet Reşat’ın Manastır’a gelişini görüntüleyen Manaki Kardeşler mi?